Annesi, içi burkularak genç, yakışıklı, gür saçlı, palabıyıklı, tatlı dilli oğlunun arkasından gözden kayboluncaya kadar bakakaldı. Ana yüreği, sanki sisler dehlizinin içinde ölüme, idama gidiyormuş, son görüşüymüş gibi içini bir acı kaplamıştı. Süleyman’ın dillere destan, yürek burkan hikâyesi de o yolculukla başlamıştı.
Köyde en belalı, şirret ve zalim üç insanın elinden kötülük görmeyen kalmamış. Herkesin malını çalmak, eşyasını gasbetmek, haklı haksız demeden dövmek, eziyet etmek üstelik karakola şikâyet edip yalan dolanla suçlu duruma düşürmek onların sık yaptıkları işlerdendi. Bütün köylü onların zulmünden yaka silkmiş, usanmış bıkmış, çaresiz kalmışlardı.
Sabahın erken saatlerinde, tenha, sisli yolda üç atlının konuşarak, kahkaha atarak geldiklerini duyan Süleyman, merak edip dikkat kesilir. İnsanların kim olduğu görülmese de sesleri, lakırdıları ve kahkahaları Dede’nin dolaylarından yankılanıp Derindere’nin yamaçlarına ulaşıyordu.
Geçmişte Kara Molla’nın hanımını nasıl dövdüğünü anlatmaktadır birisi. Öteki saçlarından sürüklediğini, bir ötekisi de hakaret ederek değnekle vurduğunu, itip kaktığını marifetmiş gibi ballandıra ballandıra anlatıp arkasından kahkaha atıyorlardı.
Çocukluk yıllarında merhametsiz üç insanın zulümden annesinin döktüğü gözyaşları Süleyman’ın, içini burkarak gözünün önüne geldi. Annesini saçlarından sürükleyerek dövdüklerini korku içinde, çaresiz vaziyette görmüş, saklanmış ve çok üzülmüştü. Şimdi büyümüş, uzun boylu, yağız, bıçkın, mert bir delikanlı olmuştu.
Üç kafadar yaklaşınca onlara zavallı bir kadına yıllar önce zulüm yaptınız! Şimdide utanmadan, sıkılmadan bağıra bağıra anlatıyorsunuz. Bu yaptığınız ayıp değil mi, günah değil mi, insanlığa sığar mı? diye çıkışmış.
Hiç beklemedikleri, alışık olmadıkları bu tepki karşısında çılgına dönen gururlu, kibirli köy eşkıyaları öfkeyle, hışımla saldırmaları, zulümleri onların felâkete; Süleyman’ı da bir cinnet ve infialle zavallı annesinin içine doğduğu gibi sisler içinde dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkarmıştır.
Soğuğuyla meşhur Afyonkarahisar hapishanesinde idamla yargılandığı sırada Süleyman’ın kardeşi Halil, bir heybe dolusu altını hekime kirada oturduğu ev sahibi aracılığı ile hâkime vermek istemiş. Hâkim, “Benim babam medrese hocasıydı. Bana harama tevessül edersen iki elim yakandadır, diye vasiyet etti.” diye reddetmiş.
Cezaevinde iyiliği, kibarlığı, insanlara yardımıyla dillere destan olan Süleyman Çelik, mahkemede cürümüne gerekçe göstermiyor, savunma yapmıyor. Sonunda idamına hükmediliyor.
İnfaz günü geliyor. İdam sehpasına kendisi çıkıyor, urganı boynuna takıyor. “Anneme selam olsun, kötülere ibret olsun.” diyor ve kelime-i şahadet getiriyor. Cellâttı da reddediyor, ayağının altındaki sehpaya tekme vurarak ölüme kendisi yürüyor. Bir gün sonra da Ankara’dan beraat kararı gelmiş olsa da Süleyman’ın cenazesi çoktan kaldırılmıştır.
1942’de idam edilen, hakkında destanlar söylenen, ağıtlar yakılan Koçgazili Süleyman’ın hazin hikâyesini bu gün olmuş gibi heyecanla anlatan yaşlı Kemal Işık, elinde bulunan onun resmine bakarak civanmert bir Anadolu delikanlısının hayat encamından hayıflanarak ibret dersleri ve yorumları çıkarıyordu.