Bir sabah, pazara gitmek üzere hazırlanırken Elena’nın odasından garip ve nahoş bir koku geldi. Odayı açtım ve yatağın üzerindeki çarşafı kaldırdığımda kalbim yerinden çıkacak gibi oldu: kalın, koyu lekeler… Çekmecelere döndüğümde bandaj ruloları, dezenfektan ve dikkatle katlanmış kıyafetlerle karşılaştım. Ardından Elena’nın gizemli davranışı bir anlam kazandı.
Onu tutarak sordum: “Nedir bu, neden saklıyorsun?” Dudakları titreyerek cevap verdi: “Lucas lösemi… İleri evre, sadece birkaç ayı kaldı. Nikâhı aceleye getirdik çünkü onu yalnız bırakamazdım.” Sırtına sarılarak ağladım; taşıdığı acının büyüklüğü, içimde bir yerlerde kırılmalar yarattı.
O gece uyuyamadım. Ertesi sabah, yeni çarşaf satın aldım ve birlikte eski çarşafları yıkadık. Her sabah erkenden uyanıyor, yanında olmak için elimden geleni yapıyordum.
Lucas üç ay sonra huzur içinde, Elena’nın elini tutarak vefat etti. Elena sustu, ağlamadı—bir fısıltıyla “Seni seviyorum” dedi, Lucas’ın huzur içinde gitmesini sağladı. O günden itibaren kendini geri planda tuttu; aile mağazamıza yardımcı oldu, sessiz ama güçlü bir destekçimiz oldu.
Yıllar geçti. Elena hâlâ bizimle yaşıyor; bana “Anne” diyor, ben ona kızımı bıraktım. İnsanlar “Neden hala bizimle?” diye soruyor. Ben ise gülümseyerek cevapluyorum:
“Çünkü o sadece oğlumun eşi değildi… aynı zamanda benim kızım oldu. Bu ev her zaman onun evi olacak.”
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..