Eve geldiğimde hava çoktan kararmıştı. Anahtarı çevirdiğimde evin kapısı normalden daha sessiz açıldı. Alışkın olduğum kahkahalar, oyuncak sesleri, küçük ayakların koşturmacası… hiçbir şey yoktu. Sanki zaman durmuş gibiydi.
Ayakkabılarımı çıkarıp salonun ışığını açtım. Her yer derli topluydu. Bu, altı yaşındaki bir çocuğun yaşadığı bir eve benzemiyordu. Oyuncak kutusu kapalıydı. Masanın üzerinde bir not vardı.
“Meral Hanım, acil bir durum çıktı. Elif’i yanıma aldım. Sizi akşam ararım. – Bakıcı Nazlı.”
Kalbim hızla atmaya başladı. Hangi acil durum? Neden haber vermedi? Telefonuma sarıldım ama sinyal yoktu. Panikle pencereye koşup dışarı baktım. Ne araba vardı, ne de bir hareket. Mahalle de ev gibi sessizdi bu gece.
Mutfağa geçip derin bir nefes aldım. Elif’in biberonunu, kırmızı su matarasıyla birlikte masanın ucunda görünce gözlerim doldu. Her akşam uyumadan önce bana sarılır, “Sakın gitme olur mu?” derdi. Şimdi ben eve gelmiştim ama o yoktu.
O an dikkatimi bir şey çekti.
Elif’in peluş tavşanı yerdeydi… başı kapıya dönük, tıpkı sabah aceleyle çıkarken elinden düşmüş gibi. Ama ben sabah evde değildim. Bu tavşan normalde onunla birlikte çıkardı.
Gözlerim not kağıdına yeniden kaydı. El yazısı tanıdık gelmedi. Nazlı’nın yazısı daha yuvarlaktı, bu daha sert, neredeyse özenle yazılmıştı. İçimi soğuk bir endişe kapladı.
Hemen polisi aramaya karar verdim. Ama telefonum hâlâ çekmiyordu. Evin interneti de yoktu. Sanki bağlantım kesilmişti.
Kapıya döndüm. Çıkmak için tam adım atmıştım ki…
Banyodan hafif bir tıklama sesi geldi.
Sanki biri… hâlâ evdeydi.
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..