Şükran Günü davetiyesi, güzelce süslenmiş bir tuzaktı. Ailemden kimse benimle konuşmayalı altı ay olmuştu, kız kardeşim Maelis “herkesten daha iyi” olduğumu haykırdığından beri. Ama içimdeki aptal, inatçı bir yanım, ya bu bir ateşkesse diye düşündü.
Yanılmışım.
Resepsiyon Kasım havası kadar soğuktu. Bir yemek şirketi ismimi sordu. Sarılma yok. Selamlama yok. Oturma planında adım ana masada değildi. Bunun yerine, en uçta tek bir yer kartı vardı: Misafir.
Annem ayağa kalkıp şarap kadehine vurana kadar, ziyafetlerinde bir hayalet gibi orada oturdum. Bu bir kadeh kaldırma değildi. Bu bir karardı.
“Bu masanın etrafına bakıyorum ve kalbim doluyor,” diye başladı, sesi tatlı bir performans sergiliyordu. “Sadakatin anlamını anlayan bir aileye minnettarım. Saygının sevginin temel taşı olduğunu bilen bir aileye.”
Durakladı, keskin, kısık gözleri benimkileri buldu. “Ama bazen,” diye devam etti, “bir dal eğrilir. Alır, alır ve geldiği ağacı unutur. Bağımsızlığı kibirle karıştırır.”
Konukların arasında alçak, kibar bir kıkırdama dolaştı. Avuçlarım buz kesti.
“Para sana kök satın alamaz,” dedi dudaklarında şurup kıvamında bir gülümsemeyle. “Ve kesinlikle sana sevgi satın alamaz. Çünkü hak sahibi olmak,” teatral bir nefes aldı, “çirkindir. Özellikle de aile söz konusu olduğunda.”
İşte o zaman kardeşim Logan alkışladı. Üç yavaş, kasıtlı alkış. “Annemin şimdiye kadarki en iyisi,” diye mırıldandı, ancak duyabileceğim kadar yüksek sesle. Kendi aşağılanmamın sahnelendiği bir tiyatro oyununda kapana kısılmış, kırmızı bir heykele dönüşmüştüm. Sandalyemi yavaşça geriye itip ayağa kalktım. Kapıya doğru iki adım atmıştım ki ses odada yankılandı; yüzüme sert, yakıcı bir tokat.
Yanağımın sol tarafı tutuştu. Annemin bana vurduğunu anlamam bir saniye sürdü; gözleri şoktan değil, acı bir memnuniyetle kocaman açılmıştı. Nefes nefese kaldım ama kimse kıpırdamadı.
Ölüm sessizliğinin içinde babam sonunda oturduğu yerden konuştu, başını bile kaldırmadı. “Hakkını yedin.”
Ona, anneme, ailemin donuk, kibirli yüzlerine baktım. Ağlamadım. Döndüm ve beş yıl önce beni de dahil etmeyi bırakan aile fotoğraflarının yanından geçip, o keskin Kasım havasına çıktım.
Kimse peşimden gelmedi.
İşte o zaman gerçek yüzüme vurdu. Ailemi kaybetmemiştim. Onlara asla gerçekten sahip olmamıştım.
Elimi ceketimin cebine atıp telefonumu çıkardım. Elim titremiyordu. Kişilerimin en altına, asla gelmemesini umduğum bir gün için kaydettiğim üç isme doğru kaydım. Beklenmedik Durumlar.
İlkine tıkladım.
İki kez çaldı. Kaçınılmazlığın ağırlığıyla ağırlaşmış, alçak ve sakin bir ses cevap verdi. “Aramanı bekliyordum, Solen.”
Soğuk havadan derin, sakinleştirici bir nefes aldım. Az önce tokatlayıp kovdukları kadın gitmişti, yerine hiç tanışmadıkları biri gelmişti.
“Zamanı geldi,” dedim, sesim yaklaşan kış kadar sakin ve soğuktu. “Planı uygula.”
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..