Bir yaz günüydü. Hava sıcaktı ama gökyüzü garip bir şekilde kurşuni renge bürünmüştü. Köyün dışında, dere kenarındaki yaşlı çınar ağacının altında dört arkadaş oturuyordu: Hasan, Veli, Osman ve Tahir. Gençliklerinden beri ayrılmayan bu dostlar, hafta sonlarını doğada geçirir, eski günleri yâd ederlerdi.
O gün de her zamanki gibi semaverde çay demlemişler, gölgede serinliyorlardı. Fakat rüzgârın yönü değişmişti, yapraklar çıtırdayarak konuşur gibi sallanıyordu. Gökyüzünden ilk gök gürültüsü duyulduğunda Hasan başını kaldırdı.
“Birazdan yağmur yağacak, belli,” dedi.
“Boş verin, ağacın altındayız işte,” dedi Osman. “Hem yaz yağmurundan kim korkar?”
Fakat içlerinden sadece Tahir huzursuzdu. O, eskiden babasından duyduğu bir sözü hatırladı:
“Fırtına çıkınca ağacın altına sığınma evlat, yıldırım önce yüksek olanı sever.”
Tam ayağa kalkacaktı ki…
ÇAT!
Gökyüzü yırtıldı adeta. Bembeyaz bir ışık çınar ağacına çarptı. Kulakları sağır eden bir patlama duyuldu. Zaman bir anlığına durdu.
Tüm köy, o sesi duymuştu.
Dakikalar Sonra
Köylüler koşarak olay yerine geldiklerinde ağacın kabuğu soyulmuş, dalları parçalanmıştı. Dört adam yere serilmiş yatıyordu. Toprak yanık kokuyordu, havada duman vardı.
Hasan ile Osman hafif yanıklarla kurtulmuştu. Veli’nin kulakları geçici olarak duymuyordu. Ama Tahir… O en uzak köşede yatıyordu. Çünkü yıldırım düşmeden hemen önce ayağa kalkmış, ağacın gövdesinden uzaklaşmıştı.
Bu uzaklık onun hayatını kurtarmıştı.
Aylar Sonra
Tahir köy okulunda çocuklara doğayı, hava olaylarını anlatmaya başlamıştı. Onlara her dersin sonunda tek bir cümle söylerdi:
“Gök gürlediğinde yüksek yerden uzaklaş, ağacın altı korunak değil, tuzaktır.”
Ve o eski çınar… hâlâ oradaydı. Kökleri toprağa tutunuyor, gövdesi yıldırımın izini taşıyordu. Ama artık kimse onun gölgesine oturmuyordu.
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..