Kapının altından süzülen o zarftan sonra… İçim hiç durmadı. “Hazır ol. Çok az kaldı.” Ne demekti bu? Kim yazmıştı? Neden? Oğlum Hasan’a söylemeye yeltendim… Ama onun gözleri artık Ayşe’den başka kimseyi görmez olmuştu. Benim “üşüyorum” dememe bile kulak vermezdi. Ayşe ne dese olurdu. “Annenin aklı gidiyor,” dedi bir keresinde. Hasan başını öne eğdi, ses etmedi. Ben ne yapsam yok sayıldım. O nottan sonra her şey değişti. Ev sessizleşti, ama içimi kemiren bir ses başladı: “Bir şey olacak Fatma. Çok yakında… çok fena bir şey.” Gece uykularım kaçtı. Ayşe artık beni görmüyordu bile. Bir sabah kalktım, odamın kapısı kilitliydi… içerden. Evet, benim odamı kilitlemişler. Bağırmadım. Kimseye ses etmedim. Oturup bekledim. O gün ne yemek geldi ne su. Ben sadece camdan dışarı baktım. Bir karga kondu pencereye. Uzun uzun baktı bana. İçimden geçirdim: “Kötü haber getirdin değil mi kara kuş?” Gece olunca kapı açıldı. Ayşe içeri girdi. Elinde bir tepsi vardı. Sıcacık süt ve çörekle geldi. Ama bu sefer farklıydı. Yüzüme eğildi. Sakin bir sesle konuştu:
“Her şeyin bir zamanı var Fatma Ana… Bazen eski yapılar yıkılmalı ki yenisi kurulabilsin.”
O an çöreğe, süte, ona… hepsine baktım. İçime öyle bir ürperti düştü ki… nefesim daraldı. Ertesi sabah uyanınca o zarfı tekrar açtım. Arkasına not düşülmüş: “Pencerene bak.” Sarsılarak ayağa kalktım. Yavaşça perdeyi araladım. Bahçede biri duruyordu. Sırtı dönüktü, başında fötr bir şapka. Elinde baston. Bir yabancı. Tam o an… Kapım gıcırdayarak aralandı. Ayşe, arkasında Hasan, yüzüme baktı.
“Gel Fatma Ana… seni bekliyorlar.”
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..